üst katta oturan başımın tacı şarkıyı üçüncü kez dinlemek son tetiği oldu bu yazının bir aylık bir şey çünkü kafamda harfleri bir araya yanyana getirmeye çabaladığım. acıyı yazmayı yazdıkça çoğaltmayı her şeyden çok sevdim onu yaşamaktan bile. bu akşam iş çıkışı ikinci dolmuştan indim eve doğru yürürken iki farklı acıyı gördüm. biri iki farklı bedene bölünmüş, bir diğeri de tek bedende bu sefer. ayaküstü 3-5 cümle konuştuk hangi cümle anlatabilir ki dedim onlar yürümeye devam ederken ben kalakaldım öylece.
genellikle her akşam o yolu yürürüm eve ulaşmak için ve son bir aydır o iki aileden birilerini görmeyeyim nolur diye dua ederken buluyorum kendimi.ve maalesef her akşam sapsarı güleç yüzlü ufaklığı görüyorum. dördüncü yaşına iki ay kala babası elinden kayıp tahta boşa düşmüş bir sevimli ufaklık olan biteni kavrayamayan.
nasıl bir şeydir diye düşünürken buluyorum kendimi ne kadar bu duygudan kaçsam da akıl sağlığımı düşünmeliyim çünkü. ben daha 15-16 yaşlarımdayken acıyı kendime temel gıda maddesi seçmişim ne kötü bir seçim ve de bu.
o ufaklığın babasının yirmi belki biraz daha fazla yıl önce beraber aynı mahallede koşuşturduğu çocuklardan biriyim. o yaşlarda anlam veremediğim bir hastalığa sahip bir oğlan çocuğu. kalabalık bir arkadaş grubuyuz henüz erkeklerden steril hayata geçmemişim ben, koşuyoruz ben en hızlılardanım hala o vakitler. onu durduruyor abisi kızıyor biz de bizden birkaç yaş büyük abiye kızıyoruz çünkü en büyük hata oyunu kesmek hala o sıra bizim için. bizi kenara çekip kalbi delik doğdu o, pil var kalbinde diyor. anlamıyoruz tabi pille kalp nasıl çalışır ve hatta kalp nasıl çalışır oyuna devam oğlan kenarda bakıyor bir süre. üzüldüğümü anımsıyorum oynayamıyor bizimle diye.
yıllar geçiyor tabi üstünden büyüyoruz iyileşiyor seviyor evleniyor bir oğlan çocuğu oluyor ve lanet bir hastalık iki yıl süren direnç ve acı bir final. ardından bir sürü acı anı dinliyoruz ardından kanım damarlarımdan çekiliyor duydukça sağır olsam kör olsam diyeceğim türden.
burda en kuytulara dalıyorum ben nasıl birşeydir bilmek. bütün sevdiklerini bırakıp gideceğini bilmek. aklıma babam ve oğlumun o baş döndürücü kalbe bir sürü bıçak darbesini fütursuzca saplayan sahnesi geliyor. gece sırtım boşlukta yatmış ve karabasan görmüş gibi irkiliyorum bir perde kalkıyor gözümden. genç bir ölü olmak ardında bir ufak çocuk bırakacak insan son bir ayında nasıl delirmez nasıl çevresine hastalıkdaşlarına moral olur da tedavi gördüğü hastanedekiler cenazesine gelir ve de sevgili babannemin ruhunu çalıp götüren o kötü komşu şehirden. o da fikret gibi bir konuşma yapmış mıdır ailesine ona iyi bakın diye. tüm o beylik lafların o manasız heveslerin hırsların kocaman bir tokat yediği bir konuşma yapmış mıdır ya da tasarlamış bir yerlere yazmış mıdır. yıllar sonra iki aylıkken kaybettiği babasına mezarı başında hesap sormuş mudur kimse kuzenim gibi neden bıraktın gittin beni diye.
her sabah yürüdüğüm yolun üstünde iki mezarlık var ilki yeni diğeri eski mezarlık diye kayıt altındadır. akşam ki kısa sohbette nasıl bir pervasızlıkla dedim o korkunç lafı bilemiyorum. kadın gözleri dolu dolu iki yıldır sürekli gidiyorum iyi oldu evet köye götürüp bırakmadığımız eşimi dedi. kırk yıllık eşinin ardından hala dal gibi titreyen hatuna saygım nasıl da büyüdü devasa bir boyut aldı. kalakaldım acının ardından onlar yürüdü gitti ben ordayım hala.
iki ay evvel sapasağlam duran oğluyla oyun oynayan bir baba yok şimdi acı dolu gözlerinden kaçtığım içine düşersem kaybolurum orda diye. eger bir vakti varsa ölümün en erkenine kapılıp gitmiş bedeninin ve ruhunun hızına yetişemeyen bir kalbe sahip o küçük erkek çocuğunun koşamadığı mahallede oğlu koşuyor oynuyor bir yanı eksik bilmiyor.
iki tane arkadaşım oldu dört yaşında babasını yitiren erkek olanı omzum derdi babasına ne isabetli bir benzetme demiştim evet öyle öyle olmalı da. zor.