Ağustos 26, 2011

Üç gün önce kendimi, kendime ölümlerden ölüm beğenirken buldum eve dönüş yolumun çöple kesişen noktasında. Dünyamın dışındayken kulağımı müzikle mühürlediğim için etraftan bihaber geziyorum. Müziğin de yan etkisi oluyor bazen ne gibi mi? örneğin yüksek volume baş ağrısı yapabiliyor bu bir. bazen agresiflik demeyeyim de coşkuyla beraber bi delilik oturuyor yüzüme gözlerime,bedenimde gereksiz bi enerji gereksiz çünkü aktaracak bi nesne yada şahış yok fazla enerjiyi. bazen de fazlasıyla dinginlik bunu hüzünlü veya mutsuz diye nitelendiren arkadaşlarım da olmadı değil hani. yanımdan lastik üstü geçen ve beni dıştan gören iki insanın ortak kararı ''mutsuzdun'' ve kanaatlerinin devamı şöyle ''dün sahil kenarında yürürken gördük seni, yüzün çok solgundu '' gerçeğime çok çook uzak dış adı üstünde içe işleyemeyen, yüzeyde kalan, kaygan zeminden akıp giden akışkan bir sıvı dışarda hep kısa bir süre yüzeye temas o kadar. Nerde kalmıştım evet ölümlerden ölüm beğeniyordum bedenime, diyorsunuz ki ne alaka müzikle deyiverin aslında olay sadece müzikle alakalı değil ama müzik baş karakter -aktör mü aktrist mi karar veremediğim için cinsiyet yüklemiyorum şimdilik- ben ve dağınık zihnim ama unutmadım anlatıyorum sabır... benim dışımdaki herşeyi ince bir çizgiyle ayırdım dünyamdan bu beni çok dingin biri yaptı. Hoplaya zıplaya olmasa da çıktım basamakları, trabzandan aşağı sallanarak bakıyorum şimdi kocaman bir gülümsemeye dönüşüyor her bir rıht. Diyeceğim o ki ölümü çok düşünüyorum bu ara...

Şimdi play, melodiyle ayak bastığı mekan değişen her insan gibiyim o an, kendinden geçmiş değil kendini bulmuş bir irem. sadece hafif zafer sarhoşluğu var üstümde. Yanımdan geçiyor koca bi kütle sıcak yüzeyine tüm o güzel fikirlerim, bedenim ve hayatım yapışıyor tokat gibi, gerçeğin benim sözlüğümdeki tanımı bu resim... ve hafifletiyor beni yirmi bir gram. Koca koca bilboardlar nerdeyse yüzde bir dikkat çekici-beyin tokatlayıcı olabilir bu görüntüden. Ölümün kol gezdiği bi diyarda yaşıyoruz... Agresifliğin gerilimi var parmak uçlarımdan başlayarak kollarıma enseme ulaşıp boynumda düğümlenen bir gerilim, ölümü düşündüğüm an kanım bedenimden sürgüne yollanıyor sank, hele kafamdaki kara bulutları hemen kovalamazsam omuzlarıma çörekleniyor ağrı-ağrım oluyor bedenimde, kalbimde keder ve pişmanlığa dönüşüyor elele verip.

İkinci ölüm tasarım şöyle gelişiyor; su-sabun-şampuan üçlüsüyle arındırdığım bedenimden gözlerim vasıtasıyla dışarıya bakıyorum, yaşlı karolarla tavana bir metre kalana dek örülü bir banyodayım, seçtiğim tek karoya baktığım noktadan soluma dönsem onun aynadaki yansımasını göreceğim sadece orda olduğunu biliyorum dönüp bakmıyorum. Koluma girip beraber yürümek istiyor sanki ölüm. Ayağımı ıslak zemine bastığım an canlanıyor göz kameramda; hızlıca ayağının dokunduğu karodan kayıp kafasını sert küvet duvarına çarpıp boynunu kıran biri geliyor ekrana, bulantıya sebep bir görsele dönüşüyorum şimdi.

Ağustos 24, 2011

Yerine göre kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer. Sen de,ondan kurtulmak için ayağını bastığın yeri değiştirirsin. Bunun üzerine fırtına da sana ayak uydurmak için yönünü değiştirir. Bir kez daha bastığın yeri değiştirirsin. Tekrar tekrar, sanki şafaktan hemen önce ölüm tanrısıyla yapılan uğursuz bir dans gibi, aynı şey tekrarlanıp gider. Neden dersen, o fırtına uzaklardan çıkıp gelmiş herhangi bir şeyden farklıdır da ondan. O fırtına aslında sensindir. O yüzden yapabileceğin tek şey, teslim olup ayağını dosdoğru fırtınanın içine daldırarak, gözlerini kum girmeyecek şekilde sımsıkı kapatıp adım adım fırtınanın içinden geçmektir. Orada muhtemelen ne güneş ne de ay,hatta ne yön ne de zaman vardır.Orada kemikleri bile parçalayacak kadar keskin beyaz kum tanecikleri gökyüzünde dans eder.

Ağustos 23, 2011

Replikas & İTÜ MİAM Oda Orkestrası - Bahar (Live)



bahar ve yol en sevdiğim replikas şarkılarıdır. bu yayından hemen sonra haksızlık ettiğim replikas şarkıları bi çığ gibi üstüme gelecek biliyorum ama bende sertabın ''yara''sına benzer tepkimelere neden olur bu yorumu da ayrı bi güzel olmuş hem...

Ağustos 22, 2011

yürüyorum uzunca bir yolda...
hava sıcak, mevsim sonbahar artık mevsiminde olmayan bir sonbahar...
gökyüzü aniden kararıyor... ilk kez güneş tutulmasını izlediğim gün geliyor aklıma onaltı yaşımdayım daha. ilerde üst kata geçiş için kullanılacak merdiven için ayrılan tavandaki üç metrekarelik boşluğu çinkoyla kapamışız ve aradan güneş sızıyor ben biran farkediyorum halıdaki yansımayı... çinkoda açılmış o küçük güneş deliğinden izliyorum şimdi güneş tutulmasını, halıdaki minyatür güneşten tutulmayı kavrayamayarak.
ve o gün işte o gün sahip olduğum ilk canlıyı kaybettiğim gün, hüzünle anacağım bir gün ama ilki değil.
gökyüzünde anlamsız bir kavgaya tutuşuyor sanki bulutlarla hava ve birazdan bir gürültü kopuyor kavga son raddeye varmış gerilim sonunda eyleme dönüşüyor en korkutucu an ve yağmaya başlıyor öfke gökten aşağıya adı:dolu
içini kesip baksan bulut içindeki turun adedini tespit edebileceğin kadar katmanı varmış dolunun.

zaman zaman kafamdan aşağı değil gözlerimden içeri yağan bi sağanak gibi bakışların
dehşete düşüren beni




Ağustos 16, 2011

az

Sahibe hayatı, köle de insanı simgeliyordu ve bütün insanlar hayat tarafından dövülür, nadiren de ödüllendirilir. Bu kadar basit.
İnlemelerin duvarlarda böcek gibi süründüğü yatak odasındaki deri ve metal aksesuarlar ise sadece bir ayrıntıydı. Havaya girmek için. Gerçek hayatta onların yerini kartvizitler, evrak çantaları, kravatlar, içinde eşantiyon parfüm şişeleri olan kadın çantaları, numarasız da olsa yakıştığı için takılan şeffaf camlı gözlükler, renkli lensler, saç boyaları, indirimli epilasyon broşürleri, herkesten gizlenerek zayıflamak için satın alınıp yatak odasına konan spor aletleri, yaramaz çocukların çekildikçe çekilmeye alışan kulakları, radyasyon oranının yüksekliği, otuz yıl vadeyle alınan iki odalı bodrum katları, bütün taksitli alışverişler, kanunlar, polis copları, yedikçe kanser yapan gıdalar, içilmese de kanser yapan sigaralar ve siyasi ya da dini liderlerin nurlu yüzlerindeki porselen dişler alıyordu. Bir de gerçek hayattaki şiddetin önünde ya da arkasında lütfen, rica, özür gibi kelimeler oluyordu. Dolayısıyla insanın, hayatla olan, çoğu acıya, azı zevke dayalı ilişkisini kabullenip oyunu kuralına göre oynaması kesinlikle bir hastalık değildi. Bazı psikologların, sado-mazo gecelere sahip müşterilerine dedikleri gibi. Bu sadece neyin ne olduğunu anlamaktı. Çocukken yaşanan taciz ya da tecavüzlerin tramvatik sonuçlarından ibaret değildi bütün bunlar. Travmatik olan hayattı. Hepsi. Bütün hayat. Her şey. Özellikle de, travmatik gibi durmayan ne varsa. Doğmak gibi. Dolayısıyla, doğum sonrası depresyon yeni annelerin yakalandığı psikolojik bir hastalığın değil, hayatın tanımıydı. Hayatta kalma isteğinin. Hayata rağmen…

Ağustos 15, 2011

göksel kursuni renkler



kurşuni renkler:göksel
sezen
onno tunç
uğurun en sevdiği şarkılardan biri olduğunu yazmıştı bi arkadaşı
o gün bugündür dinleyemiyorum bu şarkıyı
dün fikrimin ince gülünü dinlerken birden aklıma düştü bu şarkı
hüzün
bikaç damla gözyaşı
süzüldü gözümden
ölüm
soğuk
korkutucu
ve yalnız

Ağustos 09, 2011




dolmuştan tam bu noktada indim taşın üstüne oturdum. oturduğum yerden sola döndüğümde denizi görürdüm uzun zaman önce. Şimdi ise denizi örtbas etmeye çalışan ağaçlar, biraz çimen ve yaklaşık iki metrelik topraktan bir tepe... bu yükseltiyi tırmanıp üstüne de karayolunu geçiyoruz şimdi denize ulaşmak için ama diyeceğim bu değildi ne kadar sövsem boş denizi doldurdular sahilimizi mahfettiler desem de boş maalesef.
yaklaşık altmış santimlik taştan duvarın üstüne oturdum, elime kitabımı aldım okumaya ve beklemye başladım. Solaklığımdan kaynaklı mı bilmiyorum ama sola doğru oturuyorum okurken ve bu fotoğrafı çektim kitabı elimden bırakıp bana tam olarak ne hissettirdiğini ifade edemiyorum henüz biraz daha düşünmem gerek. derinlik uçsuz bucaksız bi derinlik hissiydi o an hissettiğim bu başlangıcı tabi kelimelerimin

Ağustos 04, 2011

aralarında boşluklar bırakarak, hayali tuğlalardan örülmüş, hayali bir kule. Zaten yaşam sadece önemli olaylardan ibaret olsa, gelişigüzel el sürülemeyecek, narin bir sırça köşk olur... Ancak gündelik yaşam tam da gazete başlıklarındaki gibidir. Bu yüzden herkes, anlamsız olduğunu bile bile, pergelin ucunu kendi evine yerleştirerek ilgi alanını çizer.

akt

Düzen denilen şey gelip doğanın yerine geçerek,dişlerin,tırnakların,cinselliğin kontrol hakkını ele geçirdi. Böylece cinsel ilişki de, çok binişlik metro biletinin her kullanışta makineden geçirilmesi gibi bir hal aldı. Üstelik, bu çok binişlik biletin sahte olup olmadığının da kontrol edilmesi gerekiyor. Fakat bu kontrol de,düzenin can sıkıcılığına eş değerde, korkutucu ölçüde baş ağrıtan bişey. her türlü diploma... Kontrat, ehliyet, hüviyet, ruhsat, tapu, onay belgesi, kayıt belgesi, ortak kullanım belgesi, sendika kartı, takdirname, senet, çek, geçici izin belgesi, kabul belgesi, gelir beyannamesi, emanet belgesi... Hatta, soy kütüğüne varana kadar... Akla gelebilecek her türlü kağıt parçasının devreye sokulması gerekiyor.
Böylelikle cinsellik, güvenin montunun içine yuva yapması gibi, belgeler arasına gömüldü.

Ağustos 03, 2011

yemek kabus ilişkisi

hafta sonu ablamı geniş ve ferah bir eve taşıdık. yorgunluğum hala geçmedi dün akşam yemekten bir buçuk saat sonra yattım ki bu hiç adetim değildir . hem sağlıksız hem de kabus görme sebebimdir. tabi ki de kabuslarla dolu bir geceydi baş aktörlerden bir çoğu çarşaflı kadınlardı diğeri de pek bi sevdiğim bi arkadaşımın eşi idi. olayların detaylarını pek hatırlamıyorum ama etrafım çarşaflı bi sürü kadınla doluydu boğucu bir rüyaydı onlardan köşe bucak kaçıyordum benimle konuşmasınlar diye. nedense uyandığımda kumların kadınını - kobo abe yani bu ay sarman kitap klübü kitabımız- okurkenki gibi boğulma hissi sarmıştı içimi...
diğer rüyamda arkadaşımın eşini ölmüş gördüm aslında duydum desem daha doğru olur nerdeyse bir gün boyunca -rüya zamanıyla ne kadar sürer bilemiyorum ama çok uzundu bana kalsa- eşinin öldüğünü nasıl söyleceğimi düşündüm durdum. sürekli kendi kendime konuşarak yürüyorum yapmam-söylemem gerekenleri tasarlamaya çalışıyorum.
işyerimdeyim masamda oturuyorum, camdan her daim trafiğin aktığı yola bakıyorum iki caddenin kesişiminde - oturduğum sandalyeden i.caddesini arkama alıyorum- üç katlı eski binanın orta katındayım, beyaz çerçevelerden dışarı bakarken bedenimin binadan çıktığını düz sahanlıksız 23 merdiveni hoplaya zıplaya indiğini görüyorum... her zamanki gibi binadan çıkıp karşıya geçiyorum c.g. caddesindeyim g.caddesine doğru yürüyorum işin garibi kendimi izliyorum iki caddeyi sürekli birbirine bağlıyorum sonra uzaklaştırıyorum sürekli nasıl söyleceğim diyorum nasıl.

marion

sinemada üç küçük hatun, yani biz...
perdede hoş bir öykü güzel işlenmişinden
yüzüne baktıkça gülümsediğin insanlar vardır ya o gülmese bile yanakların yay şeklini alır ona bakarken gayrı ihtiyari öyle bi hatun başrolde...
beden güzelliğinden öte bişey marion cotillard. jeux d'enfantsı izledim ve hatuna bayıldım, ilk görüşte sevdiğim nadir insanlardan.
küçük beyaz yalanların senaristi ve yönetmeni aynı zamanda hatunun eşi olan g.canet -cotillardın jeux d'enfantstaki rol arkadaşı da olur kendisi-
film öyle çok çarpıcı değil ama keyifli bir tat bırakıyor damakta sadece finali biraz fazla gözümüze sokulmuş bakın dostunuzun kıymetini bilin bak bi gün ölür siz ve bencilliğiniz yanınıza kar kalır tarzı bi final olmuş:) Yalnız insan ilişkilerini çok güzel işlemiş hakkını vermek gerek izleyin

warning red

ne oldu da bu mühim kuralları unuttum bilemiyorum
1. surt üstü ve yüzüstü yatmak yok
2. atletsiz gezmek yok
3. ayakları üşütmeyeceksin
4. ağrı kesici kullanmamaya gayret edeceksin bi hafta öncesinden ve mümkünse antibiyotik kullanmayacaksın o ay
5. bilmelisin ki gereksiz öfken hep ondan